Ana içeriğe atla

Göç ve Edebiyat Arasındaki Sıradışı İlişki

Göç ve Edebiyat: Alan Araştırmasında Mekan, Zaman, Karakter ve Adalet

Şahizer Samuk Carignani
KHI in Florenz – Max Planck Institute

Bu çalışmada amacım göçün kişisel, duygusal ve insanın doğasını birebir tasvir eden bir fenomen olduğunu anlatmaktır. Bunun için farklı yazarların hayatlarından, kitap karakterlerinden ve kurgulardan örnekler vereceğim. Bu örneklerin göçün hayatımıza ne kadar işlediğini ve haberdar olmasak da göç pratiklerinin bizim içsel ve dışsal dünyamızı ne raddede etkilediğini ve araştırmacılar olarak da araştırma yaparken bu konuyu derinlikle düşünmemiz gerektiğini belirtmek istiyorum. Verdiğim örneklerde aslında şimdiye kadar okumuş olduğumuz fakat fark etmediğimiz ve gözümüzden kaçan noktaları vurgulamayı amaçlıyorum. Çalışmalarımızda farklı teorilerde ve izlediğimiz metotlarda karşımıza çıkan dinamizmi edebiyattaki mekan, zaman, karakter ve adalet incelemesiyle ileri bir noktaya taşıyabileceğimizi ve göç konusunu disiplinler arası çalışmalarla zenginleştirebileceğimizi söylemek istiyorum. Özellikle alan araştırmasında aslında bildiğimiz ama uygulayamadığımız noktaları daha kolay hatırlamak için edebiyattan yardım alabileceğimizi ve mekan, karakter, zaman ve adalet dörtlüsünü analitik bir biçimde inceleyerek göç çalışmalarına daha sorgulayıcı bir gözle yaklaşabileceğimizi savunuyorum.

Anahtar kelimeler: Göç ve edebiyat, adalet, karakter, mekân, zaman

Edebiyat ve Göç

Bir defasında göç çalıştığımı duyan birinin bana şu soruyu sorduğunu çok iyi hatırlıyorum: İnsanlar bir yerden bir yere gidiyorlar, ne var bunda?” Bu sorunun belki cahilce olması değildi üzücü olan ama belki asıl sorun geçmişi, şimdiyi ve geleceği sorgulamaksızın, empatiden yoksun bir biçimde sorulmuş olmasıydı. Başkalarının hayatı bizi alakadar etmese de kendi hayatımızdan da göçe dair bir sürü hikaye ve özgeçmiş bulmamız mümkün. Üstüne üstlük bu hikayelerin hiçbirisi gül bahçesi vadetmediği gibi insanın canını sıkıyor ve insanlığa inancımızı sorgulatıyor. Velâkin, göçün ne boyutta insani bir tarafı olduğunu anlamak için aslında göç geçmişine sahip olmaya veya bu konuda tez yazmaya gerek yok. Sadece edebi eserlere bakmak yeterli olacaktır. Ayrıca edebi eserler göç çalışmalarında kullandığımız teorilere ve metotlara yeni bir bakış açısı kazandıracaktır.   

Edebi eserler; göç, savaş, toplumsal acılar ve tarihçe hafızalarda yer etmiş mekanların insanların üzerinde bıraktığı etkilerden bahseder. Bize toplumu anlatırlar, toplumdan dışlanmayı, toplumda bir kadın yahut bir eşcinsel olarak kabul görmemeyi, herkes savaşı savunurken savaş karşıtı olmayı, bir grubu örgütlemek uğruna ölmeyi[1], diğer göçmen çocuklarla birlikte yetim ve öksüz olarak fakir bir mahallede büyümeyi[2] yahut Katolik bir anneanne ile eğlenceli bir dedenin arasında ikircikli bir çocukluk geçirmeyi[3]... Farklı karakterleri, bilmediğimiz mekanları, memleket hasretini, sürgünü, yabancılaşmayı ve insanın hayatında yer etmiş olan anıların hayal gücüyle tazelenmiş halini tasvir ederler. Edebiyat bize insanı anlatır, göç de. İşte bu yüzden bu iki disiplin daha çok el ele tutuşmalı ve hem akademik çalışmalarda hem de farklı edebiyat dallarında (roman, şiir ve öykü) birbirinin ilham kaynağı olmalıdır. Çünkü toplumun insanı ve insanın toplumu anlaması için gerekli olan mefhumlardan birisi de empatidir, göç üzerine bilinçli bir şekilde araştırma yapmak da güzel bir roman okumak da insanın empati yeteneğini geliştirir. Hatta ve hatta insana farkında olmaksızın, vicdanlı olmayı öğretir. Akademik makalelerin aksine didaktik bir hava estirmeden bunu başarabilmek ancak edebiyata özgüdür.

Bu makalede, göçün ve edebiyatın iç içe geçmiş bir şekilde incelendiğinde, hayatımızda ne kadar merkezi bir yeri olabileceğini anlatacağım. Bunu yaparken de edebiyatta önemli olan mekanlardan, karakterlerden, yazarlardan (ki kimi zaman karakterler ile yazarlar aynı olabilir yahut karakterler yazarın biyografisinden esinlenmiş olabilir), ve zamanlamadan bahsedeceğim. Son olarak göç çalışmalarında ve edebiyatta sık sık rastladığımız ‘adalet’ konusuna dair gözlemlerimi naçizane sizlerle paylaşacağım. Tüm bu unsurları bir arada değerlendirdikten sonra eğer hâlâ göç neden bu kadar elzemdir?” sorusuna cevap bulunamıyorsa bunu kendi başarısızlığım olarak algılamayı kendime görev bilirim.  

Mekânı O Mekân Yapan Ögeler

Göç çalışmalarında mekân çok büyük bir öneme sahiptir. Hangi ülkeden hangi ülkeye, hatta hangi şehirden hangi şehre gidildiği, memleketin kültürünü ve gidilen şehrin kültürünü karşılaştırmak ve bağlamı hazırlamak her göç çalışanının kafa yorduğu temalar arasındadır. Göç edilen yerler, şehirler veya kasabalar ile ilgili olarak normal şartlarda araştırmalarda karşılaşamadığımız bilgiyi romanlarda ve hikayelerde bulabiliriz. Yazarların gözlemleri araştırmacılarınkinden daha zengindir çünkü gözlem yetenekleri görünmeyeni dahi görmeye odaklıdır. Bilim ise daha çok gözle görüleni ve çok sayıda insanın gözle gördüğünü düşündüğünü gerçek bilginin kaynağı olarak sunar ki bilgi, doğrulanmış ve onaylanmış olsun. Oysa yazarlar bir mekânın içyüzüne dair olağanüstü bilgiler sunabilirler. Mesela Demir Özlü İstanbul’dan ve eski yaşantısından bahsederken şöyle der:

“İster imgeleme gücün, isterse gerçek yaşamın bir iki sokağın çevresinde dönsün. En iyisi de bu. Aslında İstanbul’daki mahallenden çıkmak istemezdin. En mutlu olan insanların doğdukları yerde yaşayıp ölen insanlar olduklarını düşünüyordun. Komşu evlerin bacalarını görerek yaşanan küçük bir yaşam. İyi havalarda, kendi evlerinin duvarlarına sırtlarını vererek oturan yalın insanlar. Tanıdıkları, dostları olan alçakgönüllü bir yaşamı sürdürenler. Bu gerekliydi sana da. Ama şimdi iyileşmeye çalışmalısın, en iyisi de bu.” (Önümde Boş Bir Uzam, s.67).

Mekân ile insanın ilişkisini, insanların şehirlerinin ve yaşadıkları yerin dokusuna ne kadar bağlı olabileceklerini ve hayatlarını bir yere gitmek istemeksizin nasıl tatminkar bir şekilde geçirebileceklerini kaygılı bir dille anlatıyor Demir Özlü. Önümde Boş bir Uzam isimli eserinde, kalmak istemiş de kalmamış, gitmek istemiş de küçük hayatlara sığamamış gibi bir yaşantı söz konusu. Belki de bu edebi dili ve bu dildeki ikirciklilikleri çözümlemeye çalışmak bizim araştırmacı olarak yapmış olduğumuz mülakâtları incelerken ister istemez gözlem yeteneğimizi arttıracak ve araştırmamızın baş rol oyuncusu ve merkezi olan göçmenleri daha iyi anlamamızı sağlayacak. Hiç kimsenin bir yerden çıkıp bir yere sadece ama sadece ekonomik saikle gitmediğini biliyoruz, ekonomik sebeplerin sadece işsizlikten veya iş bulamamaktan ibaret olmadığını da. Göç etme kararının, o kişinin bir ailenin kaçıncı çocuğu olduğu ile, cinsiyeti ile, aile ile olan çatışma yahut uyuşma ile, karakterin maceraperest yahut risk almak istemeyen bir öze sahip olup olmadığı ile alakalı olduğunu farklı teoriler ve makaleler aracılığıyla anlıyoruz. İlginç bir şekilde, biz araştırmacıların hep altını çizmiş olduğu ‘yaş’, ‘cinsiyet’ ve ‘toplumsal statüye dair detayları daha çok edebi eserlerde detaylı ve etraflı bir biçimde gözlemleme imkanını yakalıyoruz. 

Başka bir deyişle, bir mekândan başka bir mekâna geçişin, geçmek isteyişin ve bu mekânların birbirlerinden ne kadar farklı olursa olsun o kişiyi buna iten nedenlerin savaş, açlık, iklim ve işsizlik dışında ne gibi ince dinamikleri olduğunu edebiyat bize anlatıyor. Edebi eserlerde, daha çok da denemelerde ve romanlarda, göç edilen mekânı özel yapan sosyal, ekonomik ve politik bağları ince gözlemler eşliğinde okuyabiliyoruz. Mesela tarihi bağlara bakalım. Demir Özlü Berlin’de sanki yüz yıldır yaşıyormuş gibi şu sözleri sarf ediyor: “Wansee’nin suları üzerinde o yarış botlarında kürek çeken Amerikan askerleri yok artık. Karşı kıyıdaki Yahudilerin katledilmesine karar verilmiş olan taş yapı da sessizlik içinde.” (Önümde Boş Bir Uzam, s.68). Bir binanın sessizliği, bir yerin sessizliği, bir göçmenin sessizliği aslında onların görünüşlerinden algıladığınızın çok daha ötesinde saklı bir derinlik içermekte. Demir Özlü’nün burada bahsettiği sessizlik yıllardır, yaşanmış olan katliamın unutulmayışının ve bu travmanın izlerinin yarattığı sessizlik olduğu kadar, bu konuların toplumda gizlilik içinde tartışıldığı yahut aileler içinde geçmişe dair yaşananların çok da detaylı bir biçimde konuşulmadığı... o rahatsız eden sessizlik anlamına gelebileceği gibi başka bir anlam da içeriyor olabilir. Mesela taş binanın taş kalpli insanlara benzetilmesi, taş kalpli kararların alındığı yerlerin taş kesilerek sessizleşmesi gibi...  

Bu noktada, sanatçı kime sesleniyor yahut ne diyor? diye sormaktansa şunu ifade etmek istiyorum, edebiyat hayal gücümüzü canlandırır; bize bilişsel ve duygusal uyanışlar hediye eder. Yaptığımız araştırmalar da aynı şekilde bizim hayal gücümüzü zorlar ve bizi görünenin arkasındakini araştırmaya iter. Elbette bunun için de araştırmayı yaptığımız mekânın tanınması gerekmektedir, o mekanın sevilmesi şart değildir, ama göçmenlerin yaşadığı yerin temel özelliklerini bilmek araştırmamızı daha kolay gerçekleştirmemizi sağlayacaktır. Çünkü araştırma sadece karşı tarafı tanımak ile bitmez, o mekanı tanırken, o şehri tanırken, kendimizi de tanır ve döngüsel biçimde ortak insanlığımızın farkına varırız. “Elbette bir şehri sevmek için onun tarihiyle, orada yaşamış insanların tarihiyle de ilgilenmek gerekli. Ben bunu bir ölçüde eski gelişlerimde yapmıştım. Büyük Friedrich’in kurduğu barok kent Potsdam buraya on dakika. Voltaire’in yaşadığı Sansouci şatosu da orada. Aralık’ta çöplüğüme geri döneceğim.” (Önümde Boş bir Uzam, Demir Özlü, s.7).

Eğer önceden yaşadığınız şehrin yahut yeni yaşamakta olduğunuz şehrin integralini alırsanız, fark edersiniz ki sizin içinizde yaşayan şehir gerçekliğin de ötesinde bir hayal ve bir duygu ile aklınıza kazınmıştır. Nazım Hikmet ‘oy Karadeniz’in gümüş telleri’ dediği zaman onun hayalindeki Boğaz, hafızasına işlemiştir, onun sürgünde olduğu için gidemediği yere doğru yol alan vapur ise el yakar:  

Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz`in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz’a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri.

Yine sözcüklerin ve görünenin ötesinde, edebiyat bize bir sürgünün yahut bir göçmenin hasreti ve hayal gücüyle ilgili çok kıymetli bir sezgi gücü kazandırır. Sürgündeki insan yahut göçmen; hasreti ile geçmişteki hatıraların güzelliğini abartabilir veya geçmişe gerçekten uzak bir mana yükleyebilir. Hem de bu anlamlandırma, bu mekânların ne kadar değiştiğinden bağımsızdır. Bu olgu da bize, yine, göç ile geride bırakılan mekânın edebiyatta ne kadar merkezi bir yeri olduğunu ve aynı zamanda araştırma yaptığımız zaman diliminde göçmenin imgeleştirdiği mekânların, değişmiş olan şehirlerle (diyelim ki bu şehirler kentsel dönüşüme maruz kaldılar) ne raddede uyuşup uyuşmadığını anlamamızı sağlar. Geçici olarak her sene bir ülkeye giden işçi göçmenler altı ay bir şehirde, altı ay kendi ülkelerinde yaşamak zorunda kaldıklarından bu iki farklı yerdeki değişimi gözlemleyebilirken; uzun bir süre ülkesine gitmekten mahrum kalan sürgünler için geride bırakılan ülkenin idealize edilmesi ve en güzel haliyle hatırlanması sadece hasretten değil, aklımızın bize oynadığı oyunlardan ve bir daha dönemeyecek olma kaygısıyla sınırsız bir şekilde o hayali yeniden yaşatma ve kurgulama çabasındandır.

‘Zaman Zaman’ ama Hangi Zaman?  

Göç çalışmalarında zamanın, zamanlamanın ve zaman diliminin ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Mesela bir yere geçici süreliğine giden bir göçmenin yaşadıkları ile tamamen yerleşmek amacıyla gidenler arasında gittikleri ülkeye bakış açısında ciddi farklılıklar bulmak mümkündür. Birkaç kültür, birkaç dil ve birkaç şehirde aynı anda yaşayabilen, sürekli sanal ve gerçek yolculuklar yapan ulus-ötesi göçmenlerin hissettikleri şey zamanın sıkıştırılmış ve daha da yoğunlaştırılmış hâlidir. Bir yerde uzun bir süre ‘yabancı’ yahut ‘göçmen’ olarak kaldıktan sonra başka bir yere göç eden ve bu kararı vermekte zorlanan bir göçmen yeniden ‘yabancı’ ve ‘göçmen’ etiketine maruz kalmayı göze almıştır. Eğer sık sık yer değiştiren bir araştırmacı iseniz sizin için de zaman bir sürü ufak, güzel ve çirkin, bölük pörçük yaşanmışlıklardan oluşmaktadır. Buna ek olarak, bir yere kısa süreli gitme planı yapıp, uzun süreli kalanlar vardır ki hayatlarındaki bazı dönüm noktaları onları geçicilikten kalıcılığa sürüklemiş ve zamana dair tüm planlarını değiştirmelerine sebebiyet vermiştir. Peki edebiyattaki zaman ve zamanlama göç çalışmalarına nasıl bir ışık tutabilir?

Bu konudaki en güzel örneklerden birisi Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sıdır. Ana karakter Raif Bey Almanya’ya gider ve orda ne kadar kalacağını bilmeksizin vaktini öldürürken Kürk Mantolu Madonna’ya yani Maria Puder’e aşık olur. Bunu takip eden aylarda aralarındaki sonu belirsiz ilişkinin tam da çözümleneceği anlarda Raif Bey babasının hastalandığı haberini alır, apar topar Türkiye’ye döner. Aslında geçici bir süre gittiği Almanya’da kalmayı istese bile ailesi onu çağırdığı için geri dönmek zorundadır. Belirsiz zaman tam bir belirlilik kazanacakken artık o da ‘kendi çöplüğüne’ geri dönmüştür.
Başka karakterlere ve kitaplara baktığımızda, zaman, sadece bir yere gidip kalmaktan veya bir süre göçmen olarak yaşadıktan sonra memlekete dönmekten öte, daha fazla paydaya bölünmüştür. Zaman anlayışı öyledir ki huzursuz bir ruhun sürekli yer değiştirmek ve durmaksızın bir yerden bir yere gitmek istemesi (sürekli hareket halinde olması) de söz konusu olabilir. Böyle düşünüldüğünde, zaman, alışkanlıkları terk etmeye adanmıştır. Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sına baktığımızda, her alıştığı yerden kaçarak giden, her rutinden sıkılan Tante Rosa’nın hayatını doyasıya yaşarken, o şehirden bu şehre, o hayattan bu hayata koştuğunu görürüz. Nedense geçmişte daha çok erkeklere yakıştırılan bu maceraperest ruh, Tante Rosa’nın kimliğinde romantik ve hayalperest bir role de bürünür. Tante Rosa için geçicilik kalıcılık demektir çünkü kalıcı olan her şey bir şekilde kendisini idame ettirmek için yalan söylemeye ve yalan söyletmeye mecbur kılar insanı. Tante Rosa şöyle der: “Çirkinlikleri tekrarlamaktansa enayi başlangıçlara koşturmalı” (s.66).

Peki, zaman içinde değişim hakkında bu romanlar bize neler anlatıyor? Hiçbir şey statik bir şekilde kalmaz. Gidenler, terk edenler, yeni durumlarla yüzleşenler bir daha eskisi gibi olamazlar, çünkü değişmiş ve dönüşmüşlerdir. Karakterlerinde ve yaşam tarzlarındaki farklılıklar bazen geri dönüşü daha kolay kılar, bazense daha zor. Bu da bize gösterir ki, insanların hayatları, göç politikalarının belirlediği zaman dilimlerine (altı ay, bir sene, vs.) sığmamaktadır. Çünkü yaşanan tecrübeler ve geçirilen zaman kağıt üzerinde olan zamandan ya daha hızlıdır ya da daha yavaştır. Genel anlamda vizeler, göçmen büroları, bakanlıklar ve devletler, sadece takvime göre olan zamanı ölçerken; vatandaşlık testleri ise insanların dil ve farklılıklara tolerans seviyelerini belirlerken; işveren kurumlar o kişinin geçmişte kazanmış olduğu yetenekleri ölçemezken ve insanları her seferinde sıfırdan başlamaya zorlarken; aslında edebiyat bize bu hususu algılama şansını veriyor: İnsanların hayatları basit bir matematik sorusu değildir, bir mekândaki zamanı anlayışları ve yaşayışları da birbirinden (ve vizelerin, oturma izinlerinin, vatandaşlık için geçirilmesi gereken zamanın dayatmasından) tamamen farklı olabilmektedir. 

Hiçbir bilimsel yöntem, belki psikoloji da dahil insanın bir yerden bir yere göç ettiğinde yahut göç etmek zorunda kaldığında yaşadıklarını, öğrendiklerini ve kazandığı yetenekleri ölçebilecek seviyede değildir. Belki disiplinlerarası çalışmalar, bu konudaki araştırmaları daha kapsamlı bir şekilde gerçekleştirebilirler, fakat disiplinler farklı dilde konuştukları için aynı araştırma sorusuna dahi cevap verirken terimlerin nasıl tanımlanacağı konusunda hemfikir olmakta zorlanırlar. Kimi zaman mülakat yapılan kişi bizim için, bize bilgi veren, tezimizi yazmamıza yardımcı olan, saygı duyduğumuz bir göçmen ve mülteci iken biz araştırmacıların Raif Bey’in ve Tante Rosa’nın neler yaşadığını bilemeyecek olmamız bizim araştırmamızın derinliğinin sınırlarını oluşturmaktadır. Kaldı ki insan, kendi iç dünyasındaki değişimleri bile en ciddi şekilde gözlemleyemez. Üstüne üstlük, zamanla edinilen alışkanlıklar, farklılaşan karakter, değişen bakış açısı, bir yerde kalma veya bir yere dönme isteği de sürekli bir dinamizm içindedir ve bu kararların sebeplerinin elle tutulur, gözle görülür bir şekilde araştırmalara sığdırılması mümkün değildir. Belki de bu nedenle göçmenlerle ilgili yapılan çalışmalarda mülakat sayısı her ne kadar önemli olsa da biyografik özellikler de bir o kadar önemlidir.

Karakterin Zaman ve Mekân ile İlişkisi

Bu makalenin önceki alt bölümlerinde, mekân ve zamana odaklandım. Zamanın ve mekânın göç çalışmalarında ne kadar büyük bir öneme sahip olduğundan ve edebiyatın bize mekan ve zamana dair nasıl ilham kaynağı oluşturabileceğinden bahsettim. Tüm bu düşüncelere ek olarak, zaten insanı insan yapanın ve karakteri belirleyenin de zaman ve mekân olduğunu söylemeden geçemedim. Okuduğumuz eserlerdeki karakterlerin zamanla yaşadıkları değişimler ve zamana bakış açıları bize insanın doğası hakkında ne söyler? Zamanla kazanılan bilgi ve değişen insanın ruh hali ise, unutulmayan ve değişmeyen faktörler nelerdir?

Nazım Hikmet’in dediği gibi: ‘iki şey var ancak ölümle unutulur, anamızın yüzü ile şehrimizin yüzü’. Yine benzer bir söylem ile Kavafis der ki büyüdüğümüz şehir peşimizi bırakmayacaktır’. İnsan nereye giderse gitsin kendi şehrinden bir parça taşır ve biz her ne kadar inkâr etmek istesek de kendisinden kaçmaya çalıştığımız kişiyiz:

Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
(Çeviren: Cevat Çapan )

Bu şiirin en güzel tarafı bize; göçe dair, bize atfedilen kimlikten de öte, kim olduğumuza dair çok derin bir bulguyu sunuyor olması. Şair gerçekten de herkesin kendi şehrine döneceğini kast etmiyor, aslında demek istiyor ki ‘ömrünü nasıl tükettiysen bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.’ İnsanın mekân ile ve zaman ile olan ilişkisinde ruhuna ve karakterine işleyen ‘o benzersiz kişi olma’ halinden bahsediyor. Bizi biz yapan büyüdüğümüz çevre, şehir, toplum, insanlar, dilimiz, kültürümüz, bağlarımız, dostlarımız, ailemiz ve şimdiye kadar yapmış olduklarımız. İşte bu yüzdendir ki hep makalelerde insanların cinsiyeti, sınıfı (statü kelimesini kullanmak belki daha doğru olacaktır), yaşı ve nerden geldiği önemli birer gösterge olarak alınır. Bunlar belki de araştırmacıların belirli yargılara varması için gerekli olan ögelerdir. Her ne kadar her araştırma bu faktörlerin incelenmesinin doğru olduğuna inanmasa da şimdiye kadar yazılmış olan çok sayıda sayısal kökenli araştırma ve birçok sözel araştırma bu faktörlerin insanların göç ile ilgili verdiği kararları etkileyebileceğini vurgulamıştır. Yine bu noktada incelemek istediğim argümanı edebiyattan birkaç örnek vererek ifade etmek isterim.

Zamanın ne anlama gelebileceğini tahayyül ederken, her ne kadar şimdiye kadar Türkiye’deki yazarlardan örnek vermiş olsam da karakter ve göç konusunda farklı milletlerden yazarlara da başvurmanın yerinde olacağını düşünüyorum. Edebiyat zaten insan doğasının dünyanın dört bir köşesinde benzer şekillerde tezahür edebileceğini söylemez mi bize?

Bu düşünceler ve sorular bir yana, cinsiyetten bahsetmişken, vurgulamak istediğim bir mesele de cinsiyet ve toplum ile ilgili yaklaşımlar ve hareketlilik (mobilite) ve göç üzerine olacak. 18. yüzyıl ve 19. yüzyılın başına baktığımızda, kadınların ve erkeklerin ne kadar farklı göç ve mobilite motifleri içinde olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Mesela Jane Austen Gurur ve Önyargı’da daha çok kapalı alanlarda o zamanın insanları arasında geçen diyaloglardan bahsetmiş,  yerleşik hayatta erkeklerin ve kadınların arasındaki farkları gözler önüne sermiştir. Bunun bir sebebi de o zamanlarda kadınların gerek toplumdaki davranış, gerek kıyafet, gerek evlilik ve buna benzer toplumsal kuralların belirlediği sınırlamalar açısından toplum tarafından kabul gören şekilde yaşamak zorunda olmalarıydı. Honore de Balzac ise Eugenia de Grandet’i yazdığı zaman kadınların daha çok yerleşik yaşadıklarını, babalarının gelirlerine bağlı olduklarını ve Hindistan’a ticaret veya sömürü amacıyla gidenlerin kadınlardan çok erkekler olduğunu bir kere daha kanıtlamıştı.

Tüm bu erkek ve kadın yazarlar arasındaki farkların altını çizen Virginia Woolf (1929) işte tam da bu noktaya dikkat çekmişti: Erkeklerin elindeki materyalin dünyanın keşfine ve farklı kültürlere ait olmasının ve kadınların ev içindeki hayatı yazmasının bir sebebi vardı. Kadınların hareket halinde olmaması yahut göç konusunda erkeklerin daha erken bir süreçte, diğer ülkelere yolculuk yapmış olması, kadın ve erkek yazarların kitaplarındaki konuların ve maceraların farklılaşmasına sebebiyet vermişti (Woolf 1929). Elbette bu fenomen zamanla değişti ve bugünümüzde belki de cinsiyet düşünmeksizin bir insanın toplumsal cinsiyetinden bağımsız olarak tek başına yolculuk yapması çok da zor anlaşılır bir konu değilken, yine de bazı önyargıların var olduğunu yasaların diline baktığımızda anlıyoruz. Sık bir şekilde kullanılan ‘dependent’[4] (birine bağımlı olan, birinin ekonomik desteğine muhtaç olan, demektir ki daha çok üçüncü ülke vatandaşlarının beraberinde getirdiği aile üyelerine hitap edilirken kullanılan bir kelimedir) kelimesi ve bu kelimenin arkasında yatan, bir göçmenin bir göçmene ‘bağımlı’ olarak gelmesi belki de 1970’lerdeki göçmen işçilerin eşlerini sonradan yanlarına getirmesini sağlayan yasaların eseri ve kalıntısı. Bugün de eşine yahut başkasına ‘bağımlı’ (dependent) olmayı bu şekilde yorumlamak çok yanlış yargılara varılmasına sebep olacaktır. Yine bu konuda edebiyat eserlerinden faydalanarak, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin göç yasalarındaki yansımalarını görmek ve incelemek mümkün.

Karakterler ister domestik (ev içi) hayatta yer alsın ister göçebe hayatı yaşasınlar, ne yaptıklarını ve ne istediklerini bilmektedirler. Onlar talihin elinde birer kukla değildir. Başka bir deyişle, sosyolojide de sık sık kullanılan ‘agency’ kavramına denk gelen bu kelimeyi, ‘otonom bir şekilde karar verme yeteneği olan’ veya ‘muktedir’ manasında kullanmak yanlış olmayacaktır. Göçle direkt olarak alakası olmasa da dünya klasiklerinde bir iki örnek vermek gerekirse, Anna Karenina büyük bir risk alarak onu sınırlandıran rutinleri ve boğucu bir evliliği terk eder; Raskolnikov yapısal sorunlara kendi bireysel çözümünü getirir fakat bu yaptığından pişman olur. Kimi pes eder, kimi sürgüne gider. Fakat biliriz ki karakterler bize şunu söylemektedir, insan değişim içindedir, içinde bulunduğu mekan, zaman dilimi ve toplum onu şekillendirmektedir. Zamanın ilerleyişi o kişinin ileriye gittiği ve hayatında hep yükseldiği, geliştiği anlamına gelmez. Kitap karakterlerini; sadece onlara öğretilenleri yapıyorlar ve rüzgarın etkisindeki yapraklar gibi savruluyorlar, şeklinde görmek ve incelemek çok yanlış olacaktır. Elbette yapısal sınırlamalarla çevrilmişlerdir, elbette kendilerini çaresiz hissettikleri zamanlar olmuştur, fakat son karar onlarındır. Muktedir olanlar onlardır. Göç çalışmalarında da göçmenlerin hassasiyetlerini ve muktedir oluşlarını bilmek ve buna göre hareket etmek gerekir ki bu bağlamda Sabahattin Ali’nin şu sözleri çok yerindedir: “Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.”
(Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, s. 93).

İşte bu belirttiğim sebeplerden dolayı belki de araştırma yaparken en çok kaçmamız gereken şeylerden birisi mülakat yaptığımız insanlar hakkında peşin hüküm vermektir, onları araştırmamızın sırf bir aracı olarak görmek ve onları unutup yeni araştırmalara koşarak adımızı koyduğumuz yeni makaleler yazmaktır. Hayatlarını bize dürüstçe ve açık kalplilikle açan insanlardan ne öğrendiğimizi sadece bilimsel açıdan değil kültürel ve duygusal açıdan da sorgulamamız gerektiğine inanıyorum. Eğer göçmenler olmasaydı, göç araştırmacıları var olabilir miydi? Biz araştırmacılara dayatılan hızla araştırma yapmak, projeden projeye koşmak ve daha çok yazmak için binlerce insanla konuşup onları unutmak biraz ürkütücü bir nokta; çünkü bir çalışmanın ömrünün üç veya beş sene olması, o projenin odak noktası olarak hakkında araştırma yaptığı insanların aldığı kararlara dair bilmesi gereken her şeyi keşfedebileceği anlamına gelmez. Özetle, göç hikayeleri ve araştırmaları sadece birkaç makaleye sığmaz. İşte bu yüzden yine göç çalışmalarının edebiyattan esinlenebileceğine ve karakterlerin değişik zaman dilimlerinde ve zaman algılarında yaşadıklarına odaklanabileceğine inanıyorum. Edebiyat eserlerinde yer alan karakterlerin derinliğini düşünerek, mülakat yapılanların hassasiyetlerine saygı duymamız gerektiğini ve onların bize verdiği bilgiye araçsallıktan uzak yaklaşmamız gerektiğini savunuyorum.

Adalet, Edebiyat ve Göç 

Çoğu zaman adalet duygusunu kazandırır insana edebiyat. Tolstoy’un Diriliş’inde bir kadının haksız mahkûmiyetimden bahsedilir, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında sürgün cezası ve dinsel unsurlar harmanlanır, Anna Karenina toplumun onu cezalandırmasına göğüs germeye çalışırken bir çıkmaza girer, Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi’nde kimin giyotine gideceğini son ana kadar kestiremeyiz. Yine benzer bir şekilde Victor Hugo Notre Dame’ın Kamburu isimli eserinde Esmeralda’yı dinin ve engizisyonun eline bırakır. Özellikle de kadınların başına gelenler sanki topluma bir ders vermektedir, haksızlıklara karşı çıkanlar eğer boyun eğmezler ve ‘suç’ işlerlerse bir noktada cezalandırılmaktan kaçamamaktadır. Fakat oyunun kuralları farklıdır, bu bilinen oyuna göre oynamayı herkes seçebilirken ana karakterler onlara dayatılanı seçmeyi reddetmiş, kendi yollarını ve kendi önlemlerini yahut kendi adalet anlayışlarını savunmak istemişlerdir. Adalet yerini bulmadığında ise karakterler de bu adaletsizliğin içinde yaşayarak kendilerinden vermiş ve kimliklerini kaybetmiş halde değişik travmaların içine sürüklenmektedir.  

Ferit Edgü’nün Hakkari’de bir Mevsim isimli kitabın methini herkes duymuştur. Bu kitapta, bir anlamda da, iç göçün, sürgün olmayan fakat sürgünmüş gibi hissedilen durumların ve farklı bir dille karşılaşmanın; insanın hayatında yaratabileceği değişikliklerden ve ‘diğer’lerinin nasıl yaşadığını gözlemledikten sonra devletin bilinçli ihmalkarlığını gözler önüne seren bir ilkokul öğretmeninin hikayesini okuruz. Bu yolculuktan ve Hakkari’deki bir mevsimden sonra öğretmene artık evine dönebileceği söylenir, fakat ‘evinde’ bulunduğu süre boyunca bu farklı gerçeklikten haberdar olmamış o karakter artık değişmiş ve dönüşmüştür, bir daha asla eskisi gibi olmayacaktır:  

“‘Özgürsünüz’, dedi. ‘Okulu kapatınca özgürsünüz artık. Hakkınızda iyi bir rapor vereceğim. Yarın derse bile girmeyeceğim. Duyduklarım, gördüklerim, sizinle konuştuklarım, yeter bana’. (Öğretmen) ‘Sorun o değil’, dedim, ‘ben size ne yapacağımı soruyorum’.” (Ferit Edgü, Hakkari’de bir Mevsim, s. 185).

Ferit Edgü; geçici olarak, bir mevsim için gittiği bir köyde yaşadıklarının sonsuza dek onun üzerinde derin izler yarattığını rüyalarından bile gözlemleyebildiğimiz o öğretmenin sözleriyle, göçe ve yabancılaşmaya dair çok şey söyler. Yazar, bu romandaki karakterin farklı bir dil konuşan öğrencilere bir şeyler öğretmeye çalışırken hissettiği çaresizlik duygusunu en güzel şekilde anlatır. Değiştirmek istediği ama değiştiremediği, değiştirmek istediğinde ‘senin suyun ısındı’ denilerek gittiği yerden uzaklaştırılan birçok insanın yaşadığı çelişkilerden geçer ve hiçbir şey kader değildir, der.

“Benim size bütün bir kış söylediklerimin bü­yük bir çoğunluğu da yalandı. Ama şimdi söyleyeceklerim ger­çek:
Yavrularım, insanlar üç aylık bebekken, nedeni bilinmeyen
hastalıklardan ölmeden de yaşayabilirler.
Cüzzam, trahom bir alınyazısı değildir.
Hiçbir şey alınyazısı değildir, yavrularım.
Bu kadar.
Benim söyleyeceğim gerçek de bu kadar işte.
Hadi bakalım, dersimiz bitti dağılın.”
(
Ferit Edgü, Hakkâri'de Bir Mevsim, s.189)

Nedense Ferit Edgü’nün Hakkari’de geçen bir mevsimi bana Dino Buzzati’nin Tatar Çölü kitabını da anımsatır. Karakter tamamen farklıdır: Tatar Çölü’ne göreve giden Teğmen Drogo orda geçici olup olmadığını bilmediği bir serüvene başlar. Teğmenin Tartar Çölü’ndeki geçici görevinden döndükten sonra ‘evet’ diyemediği diğer hayat gaileleri onu alışmış olduğu görevine geri dönmenin daha rahat bir seçenek olduğuna inandırır. Bir yandan da  Tatar Çölü’ndeki üslerinde, varoluşsal açıdan algılayamadığı ve kendi hislerini ve davranışlarını da kolayca konumlandıramadığı olaylar yaşanmaktadır. Garip bir şekilde, birkaç kişinin her şeye karar verdiği bu hiyerarşik sistemde her ne kadar rahat ediyor gibi görünse de, olası düşman ataklarını beklerken neredeyse bir ömrü tüketmiştir. Elbette bunu bir sürgün yahut göç hikayesi olarak değerlendirmemek gerekir. Yine de burada anlatılan hikayede, zamanın olası fakat asla gerçekleşmeyen bir düşmanın hücumuna odaklandığı, mekanın absürt bir hiçlikte yer aldığı ve hayatın bu şekilde harcanışını kabullenişe dair insan doğasını anlatan bir deneyim söz konusu. Tatar Çölü’ndeki üste hayatını geçiren Teğmen Drogo, bir şekilde yaşadığı sürgünü içselleştirmiş ve muktedir olarak bir karar vermiştir. Kitabın sonunda okur sorgulamadan edemez: ya insan muktedir olduğu halde yanlış kararlar verirse? Ve bu kararları adaletsiz bir sistemde hiçbir çıkarı olmadan veriyorsa, kararları kendilerine mi aittir yoksa onu sarmalayan sisteme mi?

Karakterlerin değişen zaman ve mekânda adalet ile ilgili ilişkileri, ayrımcılığa nasıl katlandıkları yahut katlanmadıkları, ayrımcılık olduğunu söylemekten kaçınmaları, müteşekkir değilmiş gibi görünmekten korktukları ve zaman zaman aslında her şeyin kendilerinden kaynaklandığına dair bir inanış mülakatlarda hakim olabilir. Biz; göçmenlerin çevresindeki sosyal, ekonomik, hukuki ve siyasi sistemi değerlendirip bu sistemin içeriğinden haberdar olup, mülakatlarımızı yaptığımızda, vaka çalışmalarında daha büyük bir başarıya ve anlayışa ulaşabiliriz. Çünkü söylenmek istenenlerin altında yatanı çoğu zaman ilk mülakatta yahut kısa mülakatlarda fark etmek zordur. Ayrıca vaka çalışması yaptığımız zaman, sosyal gerçeklik ile hukuki gerçeklik arasındaki uçurum insanların ne tür zorluklardan geçtiğini anlamamızı sağlayacaktır. Bu nedenle mülakat yaparken göçmenlerin adalet duygusunun hangi tür eşitsizliklerden ve eşitlik arayışından kaynaklandığını anlamaya çalışmanın gerçekten önemli olduğunu düşünüyorum.

Yine hukuki sistemin verdiği haklar ile gerçekten yararlanılan haklar arasındaki farklara odaklandığımızda aklıma gelen bir soru şu oldu: Geçici işçi göçmenler neden kalmak istedikleri halde kalamazlar? Devletler, uluslararası şirketler ve göçmenler üçgeninde ‘muktedir olabilmek’; sendikalar, göçmenlerin haklarını savunan organizasyonlar ve örgütlenme olmadan ne kadar mümkündür? Neden ‘az yetenekli’ (low-skilled) yahut ‘yeteneksiz’ (unskilled) kategorizasyonuna sokulan göçmenler, entegrasyon (uyum) politikalarına dahil edilmezler? Neden Avrupa Birliği sirküler ve geçici göçün insanların kariyerinde ilerleyeceğine ve iş fırsatları bulabileceğine dair çıkarımlar yaparken insanların sirkülasyonunun maddeler ve ürünler gibi olması gerektiğini ifade eder? Tüm bunların sonuçları nelerdir? İnsanların hayatları bu durumdan nasıl etkilenmektedir? Mobil olmak ve göç edebilmek bir marka mıdır herkesin üzerinde bulunması gerektiğine inandığımız yahut markalaştırılan bir ayrıcalık mıdır? Belki de sorgulamamız gereken çok şey var ve yine bu sorulara cevap verirken, edebiyattan esinlenebileceğimiz birçok konu olduğuna inanıyorum.  

Geçici işçi göçmenler, göçmen tarım işçileri denince, İgnazio Silone’nin eserlerinden biri olan Fontamara’yı unutmamak lazım. Bu kitaptaki göçmenlerin iş bulmak için güneyden kuzeye göç ettiğini, yine bir köyün hem din hem devlet tarafından tamamen kendi kaderine terk edildiğini, insanların fakirlik ve açlık içinde ölmemek için göç etmekten başka çarelerinin olmadığını okuduk. Yazar, bu kitapta eleştirilebilecek kanonları belirlemiş: din ve devlet kurumları ile güçlü toprak sahipleri. Din ile ve devlet kurumları ile göçmenlerin iletişimi ve etkileşimi zaten göç çalışmalarının temelinde yer almaktadır. Devletlerin göçmenlere biçtiği yahut biçmek istediği rol kimi zaman ulusötesi şirketler tarafından kâr amaçlı olarak hararetle desteklenmiş ve göçmenler döviz üreticiler olarak çalışmış fakat kazandıkları haklarda hiçbir değişiklik yaşamadan, sadece ailelerini geçindirebilmişlerdir. Üstüne üstlük en gelişmiş devletlerin bile, bir başka deyişle, insan haklarında en üstün, demokraside en ileri dediğimiz devletlerin de aynı şekilde geçici işçi göçünü teşvik ettiğini ve bunun aslında dünyadaki ve yereldeki adalet kurallarına aykırı olduğunu görüyor ve biliyoruz.  

Tüm bu bilgiler bizi yeniden edebiyata ve hatta Yaşar Kemal’in anlattığı pamuk işçilerini yeniden düşünmeye sevk ediyor. Peki neden politika yapıcılar kitaplardan ve edebiyattan hiçbir şey öğrenmek istemiyor? Okumadıkları için mi yoksa kendi halklarının refahını ve bu refahı sağlayanları düşünmenin onlara pahalıya patladığını iddia eden bir sistemin var oluşu nedeniyle mi? İşte göç çalışmalarında belki de adaleti ve etik konuları da öne sürerek daha düşündürücü ve tartışmacı bir ortam yaratmak elbette elimizde. Her ne kadar şu yaşanan zamanlar bu şartları daha da zorlasa da edebiyata sırtımızı yaslayarak daha kaliteli ve adalet duygusunu perçinleyen araştırmalar yapabileceğimize inanmaktayım.

Sonuç: Alan Araştırmalarında Göç ve Edebiyat

Bu makalede göçün ve edebiyatın ortak olan dört boyutuna dikkat çektim: mekân, zaman, karakter ve adalet. Belki de bunlar bizim araştırmamızda dikkat ettiğimiz noktalardı fakat bu boyutları edebiyat eserlerine paralel olarak düşünerek ve onlardan öğrenerek yeniden değerlendirme yapmamız gerektiğini savunuyorum. Bu savı ifade ederken farklı kitaplardan, yazarlardan ve onların alıntılarından örnekler verdim. Son olarak edebiyatın bize didaktik olmaksızın aşıladığı adalet ve eşitlik duygusunun aslında göçe büyük anlamda hizmet ettiğini, sadece göç çalışan sosyoloji, siyaset bilimi, coğrafya ve kamu yönetimi mezunlarına değil edebiyat, psikoloji ve sanat ile uğraşanlara da göç ile ilgili çalışanlarla disiplinler arası bir işbirliği ortamı sunabileceğini, bu şekilde yeni metotlar ve teoriler geliştirebileceğimizi savunuyorum.

Alan araştırması yaparken dikkat etmemiz gereken unsurların arasındaki bağları kurarken kendimize şu soruları sormamızı salık verdim. Hangi zaman dilimi ve hangi zaman algısı göçmenlerin yaşadıklarını daha iyi ifade etmenizi sağlayacak? Sizin zaman algınız ile göçmenin zaman algısı benziyor mu? Mekanların insanları nasıl şekillendirdiğine dair bilginiz yahut sizin araştırma yaptığınız şehri, kasabayı, kültürü, veya genel anlamda ülkenin tarihini öğrenmeniz size ne gibi avantajlar kazandırıyor? Karakterlere baktığınızda karakterin mekan ve zaman ile ilişkisinde nasıl değişiklikler gözlemliyorsunuz? Herkes değişir ve gelişir, ama bu sürekli bir ilerleme halinde gerçekleşen bir süreç değildir. Zamanı ve mekanı, araştırma sorunuzu oluştururken kısıtladığınız zaman, o vaka çalışması üzerinde daha derin bir araştırma şansını yakalamış olacaksınız. Bir yandan da bu araştırma süresince, göçmenlerin biyografileri ne kadar büyük bir rol oynuyor? O kadar çok kişiyle konuştunuz ki biyografilerine ihtiyaç duymadan biyografiden kaynaklanan ögeleri kontrol edebileceğinizi düşünüyorsunuz. Peki ya kelimelerin altında yatan ifadelerin okunması, anlaşılması ve kodlama yaparken oluşturduğunuz kodların dışında bir değişimin ilk bakışta göze çarpmıyor olması sizin için ne ifade ediyor? Nasıl olur da daha derinlikli, daha adaletli ve daha etik bir araştırma yapma şansını yakalayabilirsiniz? Yazdığınız şeylerde devlet, din, uluslararası alanda kar güden kurumlar, uluslararası örgütler ve göçmenler arasında nasıl bir güç kavgası ve iletişim var? Göçmenlerin söylediklerini bire bir anlaşıldığı gibi mi alıyorsunuz? Edebiyatta dahi görünür olan diyalogların altında yatan ve söylenmemiş binlerce sözcük ve düşünce üzerine kafa yorabilirsek göçmenlerin söylediklerini markalaştırmanın dışına çıkabiliriz. Alt metini okumak için edebi eserlerdeki karakterleri ve edebi eserlerin insanın zaman, mekân, karakter ve adalet dörtlüsünde nasıl kendini bulduğunu gözlemlemek ve bu gözlemleri göç çalışmalarına taşımak araştırmanızı nasıl zenginleştirebilir? Cevabım ‘sonsuz’luk.

Bibliografya

Ali, Sabahattin  (2020[1943]) Kürk Mantolu Madonna, Yapı Kredi Yayınları
Ajar, Emil (2009[1975]) Onca Yoksulluk Varken, Agora Kitaplığı, Çevirmen: Vivet Kanetti 
Austen, Jane (2006[1813]) Gurur ve Önyargı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Ali Yücel Klasikleri, Çevirmen:  Hamdi Koç 
Buzzati, Dino (2019[1940]) Tatar Çölü, İletişim Yayınları, Çevirmen: Hülya Tufan
De Balzac, Honore  (2018[1833])Eugenie Grandet, Can Yayınları, Çevirmen: Tahsin Yücel
Dickens, Charles (2020[1859])İki Şehrin Hikayesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Ali Yücel Klasikleri, Çevirmen: Didar Zeynep Batumlu
Dostoyevsky, Fyodor  Mihailoviç (2006[1866]) Suç ve Ceza, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Ali Yücel Klasikleri, Çevirmen: Mazlum Beyhan.
Edgü, Ferit (2006) Hakkari’de bir Mevsim. Sel Yayıncılık
Hikmet, Nazım (1988-1992) “Gemi”. Nazım Hikmet’in Toplu Yapıtları. Adam Yayınları.
Hugo, Victor (2014[1831]) Notre Dame’ın Kamburu Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Ali Yücel Klasikleri, Çevirmen: Volkan Yalçıntoklu
Kavafis, Konstantinos (1993) Kavafis’ten Kırk Şiir, Adam Yayıncılık, Çevirmen: Cevap Çapan
Kronin, Archibald Joseph (1944) Yeşil Yıllar, Nadir Kitap, Çevirmen: Vahdet Gültekin
Özlü, Demir (2012) Önünde Boş bir Uzam. Yapı Kredi Yayınları
Silone, Ignazio (1995[1933]) Fontamara, Evrensel Basın Yayın, Çevirmen: Sabahattin Ali.
Soysal, Sevgi (1996) Tante Rosa. İletişim Yayınları  
Steinbeck, John (2016[1936]) Bitmeyen Kavga, Sel Yayıncılık, Çevirmen: Gün Zileli
Tolstoy, Lev Nikolayeviç (2009[1899])Diriliş. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Ali Yücel Klasikleri, Çevirmen: Ayşe Hacıhasanoğlu
Tolstoy, Lev Nikolayeviç [2011[1878]) Anna Karenina, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Ali Yücel Klasikleri, Çevirmen: Ayşe Hacıhasanoğlu
Woolf, V. (2020[1929]) Kendine Ait Bir Oda, İletişim Yayınları, Çevirmen: Suğra Öncü










[1] John Steinback, Bitmeyen Kavga, Sel Yayıncılık, Çevirmen: Gün Zileli
[2] Romain Gary (Emile Ajar), Onca Yoksulluk Varken, Agora Kitaplığı, Çevirmen: Vivet Kanetti
[3] A. J. Kronin, Yeşil Yıllar, Nadir Kitap, Çevirmen: Vahdet Gültekin
[4] AB göç regülasyonları daha çok ‘dependent’ kelimesini kullanır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Wasted Lives of Zygmunt Bauman "Modernity and its Outcasts"

This book has enlightened me a great deal. I have been reading it when there was the refugee "crisis" and refugee reception crisis . Have been reading it when I have been unemployed for almost ten months. And it makes me think about what my late mother said when I was born, as was the third one and the latest (long years between my older brother and sister): "the world is large, she should live, too". People thought she was brave, in fact, she thought larger than life. Well, this is not an article about having kids but it is about what lives mean for us, what others' lives mean for us and what life could mean if we thought it a bit differently, if we were a bit open-minded and open-hearted. There are many themes in this book amongst which he also talks about migration and how some people are seen as "human waste" by the countries that would not want to receive them. How it is possible to think of others' lives less valuable than ours when t

Fontamara and Internal Migration

Fontamara by Ignazio Silone Another book and another story of fascism. I can hear you saying that this book cannot be interpreted from the point view of immigration. But in fact, no, there is also an element of internal migration in the book although it is not at the centre at all. Fontamara is a village that always has problems with the hierarchy, with the rulers, governors, with the city people. One of the issues mostly underlined in the book is the different living styles and understandings of the people in the town and in the city. An officer comes from Roma to Fontamara but nobody understands what they want to say or implement: they just say "well he has come here for money". That is for sure clear. The taxes increase all the time and this means bad news for the farm workers of the village mostly, rather than the privileged of the village, the landlords get most of the water, the lawyer who is the only educated one that seems to be standing with the people of t

Madonna in a Fur Coat - The Story of a Return Migration

It is the first time that I read Madonna in a Fur Coat in English.  The more I read it the more I saw in the book what life has taught us about migration and gender roles. Madonna in a Furcoat is the story of a bureaucrat in Ankara who in his past had moved to Berlin to study and work, and had to return to Turkey for family reasons. It can even be said that it was out of his wish to return all of a sudden. When he returned he did not even plan to stay but it was seen that he would not be able to stay longer in Berlin even though he was at the beginning of a relationship.  Previously I read this book two or three times in Turkish. The original book is written in a great and simple style with a rich vocabulary not only Turkish but also including Arabic and Persian words. The book as a style has short sentences nothing is complicated, nothing is too sophisticated. But it is more than just a simple language. The way it is structured is Dostoyevskian. The characters open up to you